14 Nisan 2020 Salı

Editörüm olur musunuz? :`)

Merhaba, instagramda Ursula K. Le Guin’in Dümeni Yaratıcılığa Kırmak kitabı vasıtasıyla kendi kendime yazar atölyesi düzenlediğimden çokça bahsetmiştim. Kitap gerçekten ufuk açıcı ama biraz da zorlayıcı. Bazı alıştırmaları yaparken çok zorlanıyorum, keyif almıyorum, keyif almadığım için de metnin güzel olmadığını görüyorum. Yine de yazma yolculuğumda zorlanmadan ilerleyebileceğimi de düşünmüyorum. Dünyanın yazmaya en kabiliyetli kişisi değilim sonuçta. Eğitimden geçmeden metinlerim, yazılarım, öykülerim tam olamaz ki.

Sizinle paylaşacağım etkinlik kitabın 67.sayfasından. 

Altıncı alıştırma: İhtiyar kadın.
*bu metin aşağı yukarı bir sayfa civarı olmalı; kısa tutun ve çok iddialı bir şey yazmayın, zira aynı hikayeyi iki defa yazacaksınız.* (hikayemi ikinci versiyonuyla yazacağım inşallah ama henüz yazmadığım ve bu versiyonunu yayınlamak için çok hevesli olduğumdan sadece bu halini ekliyorum. İkinci versiyonunu yazınca bu iki versiyonun farkını da açıklamaya eklerim.)

Konu şu: Yaşlı bir kadın, bir yandan gençliğinde olan bir olayı düşünürken bi yandan başka bir işle uğraşıyor —bulaşıkları yıkıyor, bahçeyle ilgileniyor, matematik üzerine bir doktora tezini düzeltiyor, artık canınız ne isterse.
İki zaman arasında kesintiler yapacaksınız. “Şimdi” kadının şu anda bulunduğu yer ve yaptığı şey; “o zaman” ise gençken olan bir şeye dair anısıdır. Anlatınız “şimdi” ve “o zaman” arasında gidip gelmeli.
Bu geçişleri veya zaman sıçramalarını en az iki kere yapacaksınız. (Ben bu kısmı okurken gözden kaçırmışım, hikayemde bir kez sıçrama yaptım. Kurallara uygun olarak yeni bir metin yazmalıyım. —Evet bu tam da bu satırları okurken aklıma geldi. Ama yine de yazdığım metni sizinle paylaşmak istiyorum. Hatta belki sizde bu alıştırmalara göre bir şeyler yazarsınız ve bana atarsınız. Belki birbirimizin öykülerini yorumlayabileceğimiz küçük bir grup, atölye bile oluşturabiliriz. Bu yazıyı on on beş kişiden fazlasının okumayacağı istatiksel bir gerçek ama yine de hayal kurmaktan geri duramıyorum.)
Öykümde bazı kısımlar pembe olarak yazılmış. Bunlar defterime yazarken aklıma gelmeyen, yer almayan ama dijitale aktarırken eklemekten kendimi alamadığım parçalar. Sizce hikayeye uygun mu, bir editör olsanız yazarınıza çıkarmasını tavsiye eder miydiniz? Peki öyküde başka hangi kısımlar hoşunuza gitmedi? Yani kısaca bu metin için editörüm olup kendimi geliştirmeme vesile olur musunuz? :’)



ÇIT

Tek kişilik bir yemeğin bulaşığı en fazla ne kadar olabilirdi ki? Bu kez elimle yıkayayım dedim. Belki bana da biraz hareket olurdu. Güçsüz dizlerim ayakta kalmama ne kadar dayanır bilmiyorum ama uzmanlar öyle öneriyormuş. Yaşlıların -ben de yaşlandım, sözü geçen yaşlı benim, ne acayip.- ellerinden geldiğince hareket etmesini. Tezgahın üzerine masadaki her şeyi topladım. Bir bardak, yemekle birlikte alt komşumun kızının getirdiği meyve suyundan içmiştim. Kızı getirdi dediysem komşuluk o kadar ilerlemedi canım. Zeliha, ev işlerinde bana yardımcı olan kız, internetten bir iki şey söylemişti. Markete çıkmaya üşenmiş. Bulgur bitti demişti. Bir de kahve alsam sorun olur mu diye ekledi sonrasında. Malum bazen yoruluyorum iş yaparken, bir kahve içsem... Al, dedim. Lafı mı olur. Benim için de vişneli meyve suyu ekle siparişe. İşte tüm bu siparişler bizim eve gelmemiş de alt komşuya gitmiş. Benim meyve suyumu da komşunun kızı getirmiş oldu. Bir tabak, kaşık ve çatal. Zeliha gitmeden evvel domates çorbası ve ıspanak yemeği yapmıştı. Bir kase, ıspanağı yoğurtsuz yiyemezdim. Hepsi bu kadardı. Ekmek bile yoktu menümde. Doktor son zamanlarda yeme dedi. Katı gıdalarla zorlama kendini.

Musluğun sıcak tarafını açıp süngere biraz deterjan döktüm. Önce tabağı köpükledim. Çeyizimden kalmıştı. Beyaz ortası çiçek desenleriyle bezenmiş porselen bir parça. Sonra kaşık ve çatalı. Onların pek bir numarası yok. Diğer çatal ve kaşıklar pek çok ev eşyası gibi birer birer eksilince Zeliha’ya git bulduğun ilk yerden al güzelim demiştim. Japon pazarı da olur, züccaciye dükkanı da, alışveriş merkezinde zincir bir mağaza da... Onları köpüklü köpüklü lavabonun sağına bırakıp diğer taraftan kaseyi aldım. Süngerle iyice ovaladım. Dizlerim ağrımıyordu henüz. Belki de iyi gelmişti şu bulaşık işi. Normalde masanın üzerinde bırakırdım, Zeliha sabah gelince makineye dizerdi. Ah annem! O olsa nasıl kızardı, masada bulaşık bırakmama. Ama anne ben artık yaşlıyım, yaşlıymışım öyle söylüyorlar. Elim titriyor, dizim ağrıyor. Sus kız, hakiki ev kızı geceden tezgahta bir tane bulaşık bırakmaz. Ah annecim.
Bardağa geldiğimdeyse kuru, kemikli ellerim bir an titredi. Kısacık bir an. Bir kuşun kanadını havalandırmasından daha kısa, bir damlanın buluttan ayrılmasından...
Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.

Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.

Çiçekli elbisemin etekleri ayağıma dolaşıyordu. Rüzgar sakin usul usul eserken ben de salonun dağınıklığını toplamaya çalışıyordum. Orta sehbanın üzerine gelişigüzel dağılmış dergiler, yere atılmış yün bir hırka, yarısı yakılmış lavanta kokulu bir mum, kararmış elma dilimleri dolu seramik tabak ve iki bardak. Hepsini kucağıma topladım. Biraz zorlansam da göbeğimle destekledim. Önce hırkayı pencere önündeki ahşap sandalyenin sırtına yerleştirdim. Mumu kitapların yanına bırakıp bardak ve tabakla mutfağa yöneldim. Koridordan geçiyordum. Kapı açıldı. Kimin geldiğini biliyordum.
“Hoşgeldin hayatım...” Yüzünde garip bir ifade vardı. Bıkkın, yorgun, sinirli, üzülmüş... Hiçbirini oturtamadım oraya.
“Salona gelsene.”dedi. Durakladım. 
“Neden?”
“Konuşmamız lazım!” Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Aklımda bir düşünce seli, iyi kötü genellikle kötü mülahazalar yığını gelip geçti.
“Ama- ama elimdekiler...”
“Mutfağa bırak işte.” Ben şaşkın şaşkın mutfağa ilerlerken - ayaklarım beni oraya nasıl sürükledi bilemiyorum, yoksa onun her söylediğine kapılıp gidiyor muyum?- o salona yöneldi. Bardakları ve tabağı mutfağa bırakıp yanına gittim. Koltukta oturmuş, başını dizlerine götürüp iki elinin avuçları arasına almıştı.
“Neyin var canım? Yorgun musun yoksa. Sıcak bir şeyler ister misin?” Eliyle beni susturdu. Sonrası hafif bulanık. Harfler var. Kelimeler oluşturuyorlar, oluşturmalılar, oluştururlar hep. Kulağıma doluşmalılar.
“Sen, iyisin, çok, ben, değilim, sana, layık, kötü, işler, üzülüyorum, çok, ayrılalım, boşanalım...”
Kelimeler... Ne yaptınız bana böyle?
“Boşanalım?”
Duymamış gibi yapıp ayağa kalktım. Sesler uzaklaşmalı benden. Yahut ben onlardan. Mutfağa koştum. Koridordan nasıl geçtim hatırlamıyorum. Derin soluklar aldım. Etrafa baktım. Kelimeler musluktan şıp şıp damlıyordu.
“Boşanalım, ayrılalım, iyisin, değilim, sen, ben...”
Damlayıp bardağa doluyordu. Bardak kelimelerle boyanıyordu. Bir araya gelmelerine dayanamadığım harfler evime mi yerleşecekti? Hırsla bardaklara yöneldim. Ve tüm öfkemi onlara kustum. Süngerle defalarca ovaladım. Hâlâ peşimden gelmemişti. Bunlar şaka, küçük bir latife dememişti. Ovmaya devam ettim. Ellerim titredi. Yaşlı ve yalnız bir kadın gibi.

       Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.