14 Nisan 2020 Salı

Editörüm olur musunuz? :`)

Merhaba, instagramda Ursula K. Le Guin’in Dümeni Yaratıcılığa Kırmak kitabı vasıtasıyla kendi kendime yazar atölyesi düzenlediğimden çokça bahsetmiştim. Kitap gerçekten ufuk açıcı ama biraz da zorlayıcı. Bazı alıştırmaları yaparken çok zorlanıyorum, keyif almıyorum, keyif almadığım için de metnin güzel olmadığını görüyorum. Yine de yazma yolculuğumda zorlanmadan ilerleyebileceğimi de düşünmüyorum. Dünyanın yazmaya en kabiliyetli kişisi değilim sonuçta. Eğitimden geçmeden metinlerim, yazılarım, öykülerim tam olamaz ki.

Sizinle paylaşacağım etkinlik kitabın 67.sayfasından. 

Altıncı alıştırma: İhtiyar kadın.
*bu metin aşağı yukarı bir sayfa civarı olmalı; kısa tutun ve çok iddialı bir şey yazmayın, zira aynı hikayeyi iki defa yazacaksınız.* (hikayemi ikinci versiyonuyla yazacağım inşallah ama henüz yazmadığım ve bu versiyonunu yayınlamak için çok hevesli olduğumdan sadece bu halini ekliyorum. İkinci versiyonunu yazınca bu iki versiyonun farkını da açıklamaya eklerim.)

Konu şu: Yaşlı bir kadın, bir yandan gençliğinde olan bir olayı düşünürken bi yandan başka bir işle uğraşıyor —bulaşıkları yıkıyor, bahçeyle ilgileniyor, matematik üzerine bir doktora tezini düzeltiyor, artık canınız ne isterse.
İki zaman arasında kesintiler yapacaksınız. “Şimdi” kadının şu anda bulunduğu yer ve yaptığı şey; “o zaman” ise gençken olan bir şeye dair anısıdır. Anlatınız “şimdi” ve “o zaman” arasında gidip gelmeli.
Bu geçişleri veya zaman sıçramalarını en az iki kere yapacaksınız. (Ben bu kısmı okurken gözden kaçırmışım, hikayemde bir kez sıçrama yaptım. Kurallara uygun olarak yeni bir metin yazmalıyım. —Evet bu tam da bu satırları okurken aklıma geldi. Ama yine de yazdığım metni sizinle paylaşmak istiyorum. Hatta belki sizde bu alıştırmalara göre bir şeyler yazarsınız ve bana atarsınız. Belki birbirimizin öykülerini yorumlayabileceğimiz küçük bir grup, atölye bile oluşturabiliriz. Bu yazıyı on on beş kişiden fazlasının okumayacağı istatiksel bir gerçek ama yine de hayal kurmaktan geri duramıyorum.)
Öykümde bazı kısımlar pembe olarak yazılmış. Bunlar defterime yazarken aklıma gelmeyen, yer almayan ama dijitale aktarırken eklemekten kendimi alamadığım parçalar. Sizce hikayeye uygun mu, bir editör olsanız yazarınıza çıkarmasını tavsiye eder miydiniz? Peki öyküde başka hangi kısımlar hoşunuza gitmedi? Yani kısaca bu metin için editörüm olup kendimi geliştirmeme vesile olur musunuz? :’)



ÇIT

Tek kişilik bir yemeğin bulaşığı en fazla ne kadar olabilirdi ki? Bu kez elimle yıkayayım dedim. Belki bana da biraz hareket olurdu. Güçsüz dizlerim ayakta kalmama ne kadar dayanır bilmiyorum ama uzmanlar öyle öneriyormuş. Yaşlıların -ben de yaşlandım, sözü geçen yaşlı benim, ne acayip.- ellerinden geldiğince hareket etmesini. Tezgahın üzerine masadaki her şeyi topladım. Bir bardak, yemekle birlikte alt komşumun kızının getirdiği meyve suyundan içmiştim. Kızı getirdi dediysem komşuluk o kadar ilerlemedi canım. Zeliha, ev işlerinde bana yardımcı olan kız, internetten bir iki şey söylemişti. Markete çıkmaya üşenmiş. Bulgur bitti demişti. Bir de kahve alsam sorun olur mu diye ekledi sonrasında. Malum bazen yoruluyorum iş yaparken, bir kahve içsem... Al, dedim. Lafı mı olur. Benim için de vişneli meyve suyu ekle siparişe. İşte tüm bu siparişler bizim eve gelmemiş de alt komşuya gitmiş. Benim meyve suyumu da komşunun kızı getirmiş oldu. Bir tabak, kaşık ve çatal. Zeliha gitmeden evvel domates çorbası ve ıspanak yemeği yapmıştı. Bir kase, ıspanağı yoğurtsuz yiyemezdim. Hepsi bu kadardı. Ekmek bile yoktu menümde. Doktor son zamanlarda yeme dedi. Katı gıdalarla zorlama kendini.

Musluğun sıcak tarafını açıp süngere biraz deterjan döktüm. Önce tabağı köpükledim. Çeyizimden kalmıştı. Beyaz ortası çiçek desenleriyle bezenmiş porselen bir parça. Sonra kaşık ve çatalı. Onların pek bir numarası yok. Diğer çatal ve kaşıklar pek çok ev eşyası gibi birer birer eksilince Zeliha’ya git bulduğun ilk yerden al güzelim demiştim. Japon pazarı da olur, züccaciye dükkanı da, alışveriş merkezinde zincir bir mağaza da... Onları köpüklü köpüklü lavabonun sağına bırakıp diğer taraftan kaseyi aldım. Süngerle iyice ovaladım. Dizlerim ağrımıyordu henüz. Belki de iyi gelmişti şu bulaşık işi. Normalde masanın üzerinde bırakırdım, Zeliha sabah gelince makineye dizerdi. Ah annem! O olsa nasıl kızardı, masada bulaşık bırakmama. Ama anne ben artık yaşlıyım, yaşlıymışım öyle söylüyorlar. Elim titriyor, dizim ağrıyor. Sus kız, hakiki ev kızı geceden tezgahta bir tane bulaşık bırakmaz. Ah annecim.
Bardağa geldiğimdeyse kuru, kemikli ellerim bir an titredi. Kısacık bir an. Bir kuşun kanadını havalandırmasından daha kısa, bir damlanın buluttan ayrılmasından...
Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.

Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.

Çiçekli elbisemin etekleri ayağıma dolaşıyordu. Rüzgar sakin usul usul eserken ben de salonun dağınıklığını toplamaya çalışıyordum. Orta sehbanın üzerine gelişigüzel dağılmış dergiler, yere atılmış yün bir hırka, yarısı yakılmış lavanta kokulu bir mum, kararmış elma dilimleri dolu seramik tabak ve iki bardak. Hepsini kucağıma topladım. Biraz zorlansam da göbeğimle destekledim. Önce hırkayı pencere önündeki ahşap sandalyenin sırtına yerleştirdim. Mumu kitapların yanına bırakıp bardak ve tabakla mutfağa yöneldim. Koridordan geçiyordum. Kapı açıldı. Kimin geldiğini biliyordum.
“Hoşgeldin hayatım...” Yüzünde garip bir ifade vardı. Bıkkın, yorgun, sinirli, üzülmüş... Hiçbirini oturtamadım oraya.
“Salona gelsene.”dedi. Durakladım. 
“Neden?”
“Konuşmamız lazım!” Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Aklımda bir düşünce seli, iyi kötü genellikle kötü mülahazalar yığını gelip geçti.
“Ama- ama elimdekiler...”
“Mutfağa bırak işte.” Ben şaşkın şaşkın mutfağa ilerlerken - ayaklarım beni oraya nasıl sürükledi bilemiyorum, yoksa onun her söylediğine kapılıp gidiyor muyum?- o salona yöneldi. Bardakları ve tabağı mutfağa bırakıp yanına gittim. Koltukta oturmuş, başını dizlerine götürüp iki elinin avuçları arasına almıştı.
“Neyin var canım? Yorgun musun yoksa. Sıcak bir şeyler ister misin?” Eliyle beni susturdu. Sonrası hafif bulanık. Harfler var. Kelimeler oluşturuyorlar, oluşturmalılar, oluştururlar hep. Kulağıma doluşmalılar.
“Sen, iyisin, çok, ben, değilim, sana, layık, kötü, işler, üzülüyorum, çok, ayrılalım, boşanalım...”
Kelimeler... Ne yaptınız bana böyle?
“Boşanalım?”
Duymamış gibi yapıp ayağa kalktım. Sesler uzaklaşmalı benden. Yahut ben onlardan. Mutfağa koştum. Koridordan nasıl geçtim hatırlamıyorum. Derin soluklar aldım. Etrafa baktım. Kelimeler musluktan şıp şıp damlıyordu.
“Boşanalım, ayrılalım, iyisin, değilim, sen, ben...”
Damlayıp bardağa doluyordu. Bardak kelimelerle boyanıyordu. Bir araya gelmelerine dayanamadığım harfler evime mi yerleşecekti? Hırsla bardaklara yöneldim. Ve tüm öfkemi onlara kustum. Süngerle defalarca ovaladım. Hâlâ peşimden gelmemişti. Bunlar şaka, küçük bir latife dememişti. Ovmaya devam ettim. Ellerim titredi. Yaşlı ve yalnız bir kadın gibi.

       Bardak (tezgaha) düştü. Çıt.






2 Kasım 2019 Cumartesi

Bir uzun serüven: Genel Cerrahi Stajı

    
 En son yazdığımda birinci sınıfı ikinci kez okuyormuşum. Ay nasıl küçük, nasıl endişeli, nasıl korkulu, nasıl telaşlıymışım. Sınıfta kalmak üzerine çok konuştum, oralara hiç girmiyorum bu yüzden. Neyse efenim, ben buraya yazmazken (ama instagramda aktifim genelde) neler neler oldu, ne dereler aştık, köprüler geçtik... İşte bakınız dördüncü sınıf olduk. :')
Genel cerrahi sözlümün üzerinden hayli zaman geçmeden bi konuşayım, uzun uzun anlatayım istedim. Çünkü  bence dört, beş ve altı kapalı bir kutu. Dışarıdayken tam olarak ne beklediğini bilemiyorsun. En azından ben öyle hissetmiştim.
Beş senedir tıp fakültesindeyim, ilk defa doğru düzgün dinleyebildiğim dersler oluyor, anladığım konular, çalışmayı sevdiğim anlar. Sen nerdeymişsin be bu zamana kadar dördüncü sınıf?
E tabi gerilimi de hiç az almıyor. Çünkü bilirsiniz her şey her zaman iyi gitse olmaz. Araya nazarlık serpiştirmeli. Neyse efenim yine mikrofonu -afedersiniz- boş beyaz sayfayı bulunca bol bol konuştum. Giriş konuşmasının bu denli uzun olduğu bu metin nereye gidiyor bilmiyorum.
Bizim okulda genel cerrahi stajı 10 hafta. Evet, hayli uzun bir süre. Geçtiğimiz senelerde 8 haftaymış aslında ama sonra... Neyse uzun hikayelere girmeden devam edelim. Bu 10 hafta süresince ders düzeni genelde şöyleydi: Sabah 10'da pratik ders. Öğleden sonra teorik ders. Ve sonrasında saat 4 olmadan okuldan çıkış. Kalp kalp kalp. Ben bu stajı nasıl sevmeyeyim. Tabi sabah 10 kısmı biraz farklı işliyor. Staj boyunca bizi  5-6 kişilik gruplara bölüp, hafta hafta ayırdılar. Ameliyathane, Poliklinik, Servis, Endoskopi, Meme-endokrin ultrason gibi... İşte sabahları, o hafta neredeysek ders saatine kadar orada bulunmamız gerekiyordu. Bu kısımlar oldukça öğreticiydi. Tabi bazı sabahlar aylaklık edip gitmediğim oluyordu. Keşke daha çok gitseydim...
Sabah pratiklerini serviste yapıyorduk. Bazen hocamız derste bir konu anlatıyor sonra o hastalığı olan hastanın yanına gidiyorduk. Burada hocamızın yönlendirmesi eşliğinde hastanın hikayesini alıp, muayenesini yapıyorduk. Tabi herkes yapamıyordu, sadece bir iki kişi... Mesela ben bir defasında hastanın vitallerini söyleme şansına eriştim. :') Aaa bir defasında da hocamız öğretme maksatlı süngere dikiş atarken süngeri tutmuştum. Yani 40 kişilik sınıfta hiç de yabana atılmayacak şeyler bence.
Hastayla konuşmanın, onu, ona fark ettirmeden yönlendirmenin püf noktalarını da öğrendik tabi. Çünkü bazen hastalar sizin sorguladığınız şeylerden hayat telaşesine, komşusuna, akrabasına dalabiliyor. Hastalar demişken, gözlerimin dolduğu da pek çok an oldu. Bizim hastanemiz kanser tedavisi konusunda oldukça etkin bir hastane. Yani çok sayıda kanser hastası gördük. Poliklinik'te kanser tanısını henüz almamış hastaları... -kimisi tanı alacak, kimisine önemli bir şey değil denecek, kimi de takibe tabii tutulacak...- Ultrasonda tanı konulması için biyopsi yapıldığını gördük. Serviste ameliyata hazırlanan hastaları, ameliyat olmuşları, taburcu olmak için gün sayanları, iyi haberler bekleyenleri...

Ameliyathane işin en güzel kısmıydı. Çünkü hastanın acı çektiğini görmüyordun. Uyuyordu hasta. Yaptığın işlemin onu şimdiki halinden daha iyi hale getirmesini umuyordun. Hocalarımız alanında çok iyiydi. Gerçekten çok iyiydiler. İnsan olarak da iyiler, uzmanlık olarak da. Onlara çok imrendim, çünkü her ne kadar cerrahiyi, ameliyathaneyi çok sevsem de cerrah olmayı seçecek kadar cesur değilim.
Stajın ilk beş haftası tek sayfa açmadan, hiç ders çalışmadan geçti. Çok kitap okudum bu süreçte. Epey iyi geldi. Sonra kalan beş haftaya geldiğimizde artık sıkı çalışmaya başlamam gerektiğini biliyordum. Ben de ders çalışmaya başladım. Birkaç ufak tefek hatayla birlikte tabi.
İlki slaytlarımı çok geç çıkarttım. Ve ders çalışırken tus kitabından çalışıp, hiçbir yere not almadım. ilk başlarda doğru ve efektif çalışmanın bu olduğunu düşünüyordum lakin öyle değilmiş. Son iki haftaya geldiğimizde slaytları çıkarttım. Derste defter tutmuştum, buradan bakarak önemli yerleri işaretledim. Slaytları okuduktan sonra ise geçen seneki tarzımla özet çıkarttım. İşte doğru çalışma tam burasıymış.
İkinci hata diyordum, ses kaydı mevzu. Bir hafta eve gitmiştim staj esnasında. İşte bu haftalardaki ders kayıtlarını dinleyecektim lakin son zamanlara bıraktım ve ses kaydı dinlemek gerçekten hayli vakit alıyor. Keşke daha önce dinleseydim ve son günlerimde bu kadar çok yer kaplamasaydı.
Son günlere gelirken üçüncü yaptığım hata son hafta küçük konuları ve birkaç büyük konuyu çalışmamış olmamdım. Arkadaşlarımla birlikte tekrar yaparken onların hakim olduğu pek çok konuya hakim değildim. Yani işin altın kuralı şu arkadaşlar, sözlü öncesi önünüzde tüm konuların bitmiş olduğu ve tekrar yapabileceğiniz en az beş gün olsun.
Bu arada önceki yıllarda çıkan sözlü sorularına muhakkak bakılmalı ve çalışırken soru-cevap tarzında çalışılmalı. Yani mesela benim sözlü sorum yanık sevk kriterleriydi ve ders çalışırken ben kendi kendime o konuyu sorup cevapladığımı hatırlıyordum.
Çalışma kısımlarını bitirdiysek gelelim sınav durumlarına. Bizim stajımızda tam üç adet sınav vardı. Pratik-teorik-sözlü.
Pratikten bir gün önce hastalarımız dağıtıldı. Biz de hastalarımızın anamnezlerini aldık. Vital bulgularına baktık. Hastanenin veri tabanından hastayla ilgili bilgileri okuduk ve diyelim ki ameliyat oldu, ameliyata giren asistan abiyle konuştuk, püf noktalar almaya çalıştık.
Gelelim pratik sınava. Hocalarımız belli oldu ve kapı önünde beklemeye başladık. Ben en son sıradaydım ve hocalar en sona kaldığımı görünce beni diğer arkadaşlarla birlikte aldılar. -ikili giriliyordu sınava- Sınava girdiğim hasta kendi hastam değildi ve anamnezimi okuyamadım bu sebeple. İşte hocalar, karın muayenesi yap, murphy bulgusunu göster, assit muayenesi yap, normal vital değerlerini söyle gibi sorular sordu. Buna göre pratik puanımızı aldık.
Öğleden sonra teorik sınavımız vardı ve ona üçüncü sınıfta çalıştığım usülle çalıştım. Bahsetmişimdir muhakkak. Çıkmış soru üzerinde çalışma metodu. İnstagramdaki postlarımda vardır ama kısaca şöyle çıkmış soruda hangi konu sorulmuş, diyelim hemen gidip o slaytı açıp, sorunun yanına konuyla ilgili bilmem gereken şeyleri not almak.
Ertesi sabaha geldiğimizde artık sözlüyle baş başaydık. İlk sözlü bir korkulu rüya. Dizlerin titremesi, midenin durmadan bulanması, her şeyden korkmak... Hocalar yine sabah belli oluyor ve biz kapının önünde kah titreyerek kah bir iki şey çalışarak beklemeye başlıyoruz. Ben yine sondaydım. Sıra bana geldiğinde dualar eşliğinde içeri girdim. (Konu dışı edit: Hz. Musa aleyhisselamın bir duası vardır: Rabbim göğsümü-sadrımı- genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü de çöz ki dediğimi anlasınlar.) Ben böyle konuşmamın gerektiği anlarda muhakkak bu duayı ederim. Manevi olarak rahatlattığını hissediyorum. Eklemek istedim bunu da. :')
Sözlüde hocalarımız çeşitli konularda sorular soruyorlar. Bazı hocalar şöyle şöyle bir hasta geldi diye senaryo çiziyorlarmış fakat benim hocalarım direkt spot bilgi istediler. Bildiklerim oldu, hocam hiçbir şekilde aklıma gelmiyor dediklerim de... Sonra daa sona erdi. Sınıfımızda geri bildirim toplantısı. Hocamız konuşurken buğulanan gözlerim, ay ben seni nasıl özleyeceğim canım staj demelerim, çekilen toplu fotoğraflar...
Ne çabuk geçtin on hafta.
Ne güzel geçtin...
Darısı pediatri'nin başına...
-
-
-
-
-
Not: Çalışma tavsiyelerim sebebiyle beni ultra çalışkan, süper zeki birisi zannetmeyin sakın. Çalışma konusunda asla iyi bir örnek değilim. 60küsur bir notla geçtim. Beni bilirsiniz, hata tespitinde iyi, onarımında faciayım. Buraya kadar okuduysanız önce tebrikler, sonra sevgiler. :') Sorunuz olursa yorumlarda yahut instagramda sorabilirsiniz. *-*
     

20 Ocak 2017 Cuma

İnstastory ile 2.komite

2.komiteye çalışırken bolca instastory'e hikaye eklemiştim. Çoğunu 'anısı kalsın' düşüncesi ile telefonuma kaydetmiştim. Geçenlerde bunları toplu halde bloglarında yayımlayan bloggerlar görünce, aa ben de yapabilirim dedim ve işte buradayım. Bakalım 2.komiteye nasıl çalışmışım?
Geçen sene aldığım -hayır, aşık olup aldığım- deftere hangi kalemimle yazacağıma karar veremeyince önce denedim. Böylelikle kağıtta nasıl durduklarını gördüm falan filan. Kırtasiye sevmek -hayır, aşık olmak- böyle bir şey sanırım.

Son zamanlarda okuduğum en en en en güzel kitaplardan Sibel Eraslan'ın Balık ve Tango'su. Hele içinde bir hikaye vardı sanki kalbimi deşti. Hakiki manada o kadar etkide ki beni kalbimin bir parçasını o sayfalarda bıraktım sanırım. Durup dururken aklıma geliyor ve hüzünleniveriyorum. Okul kütüphanesinden -KAMU SPOTU: okul kütüphanelerini kullanın- aldığım için altını çizemedim ama en yakın zamanda satın alıp tekrar okumak istiyorum.

Yine bir depresyon eşiği... Sınıfta kalmış olma gerçeği özellikle sınav zamanları çok acıtıcı ve incitici olabiliyor.
Son hafta cidden güzel çalışmıştım. Bu da o anlardan. 
Bu yol nereye gider bilmem ama yürüyorum işteYüzüme vuruyor arada fırtınası korkuyorum ne var
Telefona bakmanın bende oluşturduğu olumsuzluklar hakkında bi' makale yazabilirim ama bakma o zaman derseniz yapamam. Yaşasın -mı?- iradesizlik(!)

Bir gün yine slayt fotoğraflarını sıralarken can çekişiyordum. -_-
Kalemimden çiçekler çıkmasını tercih ederdim tabi ki, sayfalarca tıbbi biyoloji notu yerine.
Detaylar detaylar detaylar ve evet pek çok detay.
Biyokimya pratik sınavına hazırlanıyordum. İçimde güzel günlerin geleceğine dair bir türkü...
Yine biyokimya pratiğinden. Burada dile getirmek istemezdim ama sanırım bazen mühendislik okuyanlara haddinden fazla özeniyorum.
 Ders çalışırken dinleyecek müzikler bulmaya -keşfetmeye- bayılıyorum. Yine onlardan biri. Belki ders çalışırken dinlediğim sözsüz ya da sözü dikkati bozmayan müzikleri bir yazıda toplarım. Hmm nasıl olur? Evet diyenler ^^ 
Çok basit ama tadı enfes bir kahve. Önce bardağımıza veya kupamıza birazcık muzlu süt ilave ediyoruz. (Kaynatmamıza ya da ısıtmamıza gerek yok) Üzerine istediğimiz kadar granül kahve ve kaynar su. Ba- yı-lı-yor-um. Herkes denemeli. <3
Büyümeyi sevmediğimi pek çok kez dile getirmiştim. Öyle işte. Davranış Bilimleri slaytından.
Ya da dağınığım bilemedim.
Çay içmeyi zaten severdim ama şu aralar daha çok seviyorum. Çay getiren arkadaşlarımı da çok seviyorum.
Yine çalışmakla başlayan bir gün. (Kırık kalp emojisi)
Zorladım. </3
Ve son. Yine çay. Canım çay. Çıkmışlara da bakıldı. -tik- 
Yarın da sınav varmış.
Yani o günün yarını.
Geçmişin.
Geçmişim.
Tüm anlarıyla benim.
İyi ki benim.

*Yine bir yazının sonunu kendinizi sevin'e bağladım ya... Neyse öyle sevin kendinizi. Ben de çok seviyorum sayılmam ama en azından nefret etmiyorum artık. Hepimize kendimizi sevmeli günler. 

3 Aralık 2016 Cumartesi

Galaksiden Ezgiler 1

        Ne zamandır bloga yazmak istiyordum ama ne yazacağımı bilemiyordum. Dün gece aniden aklıma böyle bir şey yapmak geldi. Şu aralar pek yorgun ve pek mutsuzum. Ama umutsuz muyum? Bilmiyorum. Zaten pek umutsuz olabilen biri değilim yapı itibariyle. Hep tutunacak bir şeyler bulurum. Öbür türlü yaşamak denilen serüven bir çile olmaz mı zaten? Neyse ne paylaşacaktım nerelere geldim.
O zaman toplam 10 tatlı, muzlu pasta dilimi gibi mutluluk veren şarkıyla listemize başlayalım. Devamının gelmesi ve en çok da beğenmeniz duasıyla. :) <3

Son keşfedip en sevdiklerimden olan. Gürcüce'nin ne kadar tatlı bir dil olduğunu da fark etmemi sağladı ayrıca. Alfabesi çok sevimli değil mi? Fantastik bir filmden fırlayıp gelmiş gibi. :') Dinlemelisiniz bence. :)


Sabahları bir doz dinlemeden kendime gelemediklerimden. Hüzünümsü bir mutluluk değil mi şarkıdaki. Sanki zor zamanların üzerinden yıllar geçmiş ve sen o günlere bakıyorsun. Yüreğinde o zamanlara dair bir sızı ama üstesinden de gelmiş olmanın verdiği gurur. Ben de o günleri görebileyim Ya Rabbim. Amin. (Sizler de amin derseniz ne güzel oluuur. :)

"I'm an alien." kısmına aşırı içten eşlik ediyorum. Çünkü bildiğiniz gibi ailemden uzakta çok çok uzakta bir şehirde 'yabancı'yım. Bu şarkıyı geç keşfetmiş olmanın verdiği üzüntüyle sesleniyorum size. Bence henüz dinlemediyseniz siz de daha fazla geç kalmayın. :')

"Dolu dolu gözyaşı ile kan ile terle 
Değil mi ömrüm 
Ömrüm 
Ömrüm 
Ömrüm!" 
Mesela siz bunu dinledikten sonra kendinize gelebiliyor musunuz? Ben bir müddet tavana boş boş bakıyorum. :'( Dinleyin ama yine de. 

"Alırım başımı, başım bir deli nehir
Silerim yaşımı, siler ismimi şehir
Kestirir saçımı kendimi avuturum
Bir gülü kurutur, kurursa unuturum"
Sonuçta alırım başımı, başım bir deli nehir yani. Fazla da abartmaya gerek yok diğ mi? :P Sertap Erener'in bu şarkısı tam da kafanı bir otobüs camına dayayıp dinlemelik değil mi? Her okul yolunda dinliyorum. Evet, bu benim ikinci birinci yılım ama boşver ya olsun. :')

Buna yorum yapamayacağım. Seviyorum ne yapayım? :) 

Çok içten söylemiyor mu? Bunu da dinleyin bence :)

Uzun zaman sonra -yaklaşık 3 yıl- izlediğim kore dizisinin OST'si. Kore dizisi izlediğim zamanlarda bile şarkılarını sevmezdim. Ama buna bayıldım. Tam bir "evet, mutsuzum" şarkısı. Şu aralar iyi gidiyor.

Şiir okumayı çok seviyorum evet. Ama dinlemeyi de çok seviyorum. 
Sonuçta "Bir güzellik doğuyor, yüreğime şiirden." Çok seviyorum ya. Çok. Çok. Çok. <3

Tam böyle enerjisiz, yataktan kendimi sürüyerek kalkmışken bunu dinleyince bir anda açılıyorum. Merdivenleri 3'er 5'er inmek için doğru şarkı. <3

Evet, arkadaşlar yazımın sonuna geldik. Eğer beğendiyseniz beğene basmayı ve kanalıma abone olmayı unutmayosdkfkjhfg. Şaka şaka. Sevip beğenip dinlerseniz o bile bana yeter. Allah'a emanet olun. 
-galaksidebirdoktor

12 Kasım 2016 Cumartesi

Uğramayalı neler oldu?

          Kafam o kadar dolu ki iki kelimeyi bir araya getirip bir şeyler anlatabilir miyim bilmiyorum. Bazı hisler de bazı kelimeler de öyle kolay kolay dile gelmiyorlar. Yaşasın büyümek, diyemiyorum bazen. Dilimin lal olmuşluğuna hislerimin kırgınlığı ekleniyor, konuşamıyorum. Neyse, öyle ya da böyle anlatmak gerekiyor ama. Yoksa şu kalp dediğimiz hassas müessese dayanmıyor fazlaca içe mahkum duygulara.
Yaklaşık 2 ay oldu okula başlayalı. Benim her yerde ifade ettiğim şekilde ikinci kez birinci sınıf olmamın üzerinden iki ay geçti. Geçen günleri saymayı bırakmıştım aslında ama evime dönünce bir süreliğine fark ettim işte. Öncesinde kırgınlıklar, yorgunluklarla başlayan bu sene sonra kocaman nasip'lerle, tevekküllerle devam etti. Hani insanoğluyuz ya hani unutmak yazılı ya DNA'mızın zirvelerine... Unuttum ben de. Devam ettim hayatıma. Hiçbir şey olamamış gibi olmadı elbet. Unutuluyor sonuçta ama klasik hikayede* anlatılır ya; işte oradaki o son mum yanmaya devam etti benim de yüreğimde.
Yeniden okumak, yeniden aynı şeyleri okumak üstelik benim gibi fevkalade hassas bir kalbe sahipken yeniden başlamak zor. Elbette zor. Üstelik şu geçen sınavımın ardından tek düşündüğüm şey: hiçbir şeyin değişmediği oldu. Ama devam etmenin, ayaklarınızın üzerinde durarak, üstelik koca bir kentte bir başınıza, kimse yaslanmadan ayakta durarak "İşte burdayım, işte burdayım."demenin tüm dertlere, her şeye iyi geldiğini fark ediyorsunuz.
Yüzünüze ferah bir gülümseme geliyor ve ben buyum diyorsunuz. Geçen yıllar boyu kendi kendinize söylediğiniz güçsüzüm palavralarının ardından güçlü olduğunuzu görmek sırtınızı daha da dikleştiriyor, gülümsemenizi daha içtenleştiriyor.
Evet zor ama düşmek lazım ara sıra.
Ne kadar güçlü olduğunuzu fark edebilmek için.

9 Eylül 2016 Cuma

SINIFTA KALMA HİKAYEM.

           
       
       
         Zaman ne de çabuk geçiyor. Birinci sınıfa başladığım ve hiçbir şey hakkında bi' fikrimin olmadığı geçen seneyi apaçık bir biçimde hatırlıyorum. Tıp eğitimime başladığım zaman ne herhangi biri bana tıp hakkında bilgi -sakın gelme dışında, ayy birinci sınıf en kolayı dışında herhangi bir şey- vermişti ne de  nasıl çalışmam konusunda bilgilendirmişti.
        Membranın "zar" anlamına geldiğinden habersiz üç hafta geçirmiştim, en basitinden. Üstelik bu durum yıl boyunca da bu şekilde devam etti. Ne biri elimden tuttu. Ne düştüğümde ayağa kaldırdı. Ne de bu zorlu yolculuğu atlatabilmem için bir şeyler söyledi.
      VE DÜŞTÜM.
      Artık bu seneyi tekrar okumak zorundayım. Tıp eğitiminin en kolay yılı dedikleri, amaan son on gün baksan bile halledersin dedikleri birinci sınıfı tekrardan okumak zorundayım. İlk duyduğumda şokun da etkisiyle inanamamıştım. Her gün e-kampüse giriyor, notum da bir değişiklik var mı diye bakıyordum. Ama o değişiklik hiç olmadı ve ben yeniden birinci sınıf öğrencisi oldum.
     İnkar,yas,öfke,suçlama,sitem gibi zorlayıcı aşamalardan geçtikten sonra mecburen kabullendim. Zaten bu gerçeği öğrendikten sonra geçen bir buçuk ay süresince kabullenmekten başka çaremin olmadığını çoktan anlamıştım.
     Ama ağladım. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Neden ben, diye sorar gibi oldum. Soramadım. Tıp fakültesini kazandığım zaman aklımın ucundan dahi geçmeyen bu soruyu kaybedince sormak adaletli gelmedi bana. Ama yine de üzüldüm.
    Geçiş yapmayı düşündüm önceleri. Böylece eski hayatımdan hiç kimseyi görmeden, bilmeden mezuna kalmış gibi, hazırlık okumuş gibi yeni bir başlangıç yapabilecektim. Ama yapamadım. Yeni bir yere alışma aşaması halihazırda var olan, hocalarını bildiğim, soru stillerini bildiğim fakültemde okumaktan daha zor geldi. Geçiş de yapmadım.
    Kaldığım yeri dahi değiştirmedim. Her şey aynıyken, herkes aynıyken farklı olabilmeyi ve bu aynılığın içinde sabit durabilmeyi kabullendim. Aslında bir bakıma da herkes farklıyken, herkes yeni, farklı şeylerle karşılaşacakken aynı kalmayı tercih ettim.
   Çok sevdiğim, moral bulduğum instagram hesabımı dondurdum. Çünkü yorulmuştum. Neredeyse herkes olayın tıp kazanmak olduğunu, tıp kazanan birinin mutsuz olmaya, üzülmeye ve şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyordu. Sınıfta kaldım üzgünüm lafıma en azından tıp kazanmışsın cevabını almaya dayanamdım. İnsanlara mutsuzluğumu, acizliğimi, ezik hissedişimi açıklamaktan yoruldum. Onlara aynı sıralarda oturduğum, aynı kütüphanede çalıştığım, çok sevdiğim, çok çok sevdiğim kişilerle seneye farklı sınıflarda olacağımı ve bunun beni nasıl yaralayacağını, yaraladığını anlatmaktan yoruldum.
   ÜZÜLDÜM. ÇOK ÜZÜLDÜM. ÜZÜLÜYORUM. ÇOK ÜZÜLÜYORUM.
   Ama elimden bir şey gelmiyor. Ne yapsam ne etsem kar etmiyor.
  İşte böyle benim hikayem.
  Ve bundan sonra bu blogda sizin böyle bir hikayeyle karşılaşmamanız için her şeyi anlatacağım. Tabi elimden geldiğince.
  Buraya yazıyor ve en çok da kendime söz veriyorum.
  Düştüğünü gördüğüm birinin elinden tutacağım.
  Onu da yanıma alacak ve bu hikayenin mutlu devam etmesi için elimden gelen her şeyi yapacağım.
  Sevgilerimle.
  -galaksidebirdoktor

9 Eylül 2015 Çarşamba

Bi' Selam :)

Merhaba arkadaşlar.
Bendeniz instagramdaki ismiyle @ygslysnotlar şimdi de buraya el attım. -Bu arada sürekli emoji yapmak isteyip pc'de olduğu için yapamayan bi kız var burda :'(-
Aslında notları güzelce tarayıcıdan taratıp daha profesyonel hale getirmek istedim ama tarayıcı inatla çalışmadı. Kendisini 2006'da almıştık ve kurulum esnasında sürekli "Vista ve windows 7 ye uygun değildir." diyip durdu. El mecbur taramaları telefondan yapacağım. Haliyle daha uzun ve yorucu geçecek. :(
Bi de bloga güzel bi tasarım yapmak istedim ama uzun zaman bilgisayara el sürmeyince unutmuşum. Yoksa bi zamanlar manyak güzel(?) şablonlar tasarlardım. Üç kolonlular mı dersiniz? Bolca gifliler mi? :D
Bu arada okulun açılmasına az kaldı. :( Okul açılınca buralara uğrayabilir miyim, bilmiyorum. Ne bilgisayarım olacak ne de sınırsız internet? Üstelik farklı bi şehri tanıma telaşı da eklenecek. Ne yaparım bilmiyorum. Allah kolaylıklar versin. Size de, bana da.
Bolca öpüyorum. Kendinize iyi bakın. ^^